31 Ağustos 2010 Salı

ADAM GİBİ ADAM


Belki hayata karşı duruşu, belki de İstanbul'dan ziyade Ankara kafasına sahip oluşu bende hep bir Mehmet Ali Alabora sempatisi yaratmıştır. Şahsen tanımam etmem kendisini ama bana "adam gibi adam kimdir?" sualini yöneltseniz size bir saniyenin onda biri kadar bile düşünmeden, memleketimizde en çok rastlanan isimlerden her ikisine de sahip olan bu adamı işaret edebilirim. Bu adam kafasına silah dayasan, kız arkadaşı varken onla bunla msn'de işveli cilveli bir edayla yazışmaz mesela...Sonra efendime söyleyeyim tıpkı bir one night stand adamı olamayacağı gibi, yedi cihan biraraya gelse beraber olmayı düşünmediği bir kadına hafif çapkın bir edayla yanaşıp "geçen gece rüyama girdin" tadında cümleler kurabilen bir türk erkeğiyle aynı genleri taşıyor da olamaz ve kanaatimce kat-i suretle flörtöz olabilmeyi de beceremez, ama harika bir aile babası olabilir mesela...ya da on numara bir sevgili...çünkü bu adam sizinleyken başkasıyla kırıştırmayacak kadar güvenilir, es kaza bir diğerine aşık olduğunda bile size cam renginde dürüst kalabilmeyi becerebilen "o" malum adamdır.

30 Ağustos 2010 Pazartesi

ANDERSEN SEN ODENSE'NİN NERESİNDENSİN?



Geçen haftalarda aile eşrafından bir kaç kişi hem iş hem seyahat amacıyla Kopenhag yollarını tuttular. Tam da o tarihlerde biz haberlerde sarışın spikerlerin ağzından dünyanın en uzun podyumunun Kopenhag'da kurulduğunu izlerken onlar "Ammaaaan burası da bizim istanbul misali pek kalabalık ayol" diyerek kendilerini Odense'ye atmışlar. Şahsen onlar koordinatlarını verip, skype'a gir skype'a diye beni taciz etmezden evvel bu şehir İtalya'dadır pizzası da pek meşhurdur deseniz beni çok rahat kandırıp şu yalan dünyada Odense'de bir pizza yiyemedim diye orta yerimden çatlatabilirdiniz.

Neyse ki bu zat-ı muhteremler yılda iki kere yaptıkları yurtdışı seyahatlerinden birini o şehre denk düşürdü de beni elaleme rezil rüsva olmaktan kurtardılar. Meğer Odense çocukluğumuzun baş tacı olan Hans Christian Andersen' in evinin bulunduğu şehirmiş. Ev dediysek bizimki gibi 3 oda bir salon değil tabi, bildiğiniz yeşilliklerin ortasında muazzam bir şato kendisi...Fotoğraflardan bakınca Hıh burada ben de yaşasam ben de yazardım bu masalları zaten diye atıp tuttuysam da yazar hakkında üç beş yazı okuyunca utandım kendimden, meğer hayatının ilk yıllarında fukaranın önde gideniymiş adamcağız...

Dün gece kırk yılda bir ailenin bütün üyeleri aynı çatı altında toplanmışken ve ben de Kopenhag yolcularını kıyıda köşede yakalamışken sonsuz bir şımarıklık içinde "bana bir masal anlatın noluuur" diye tutturunca anlattılar bir tanesini...Ne kadar da uzun zaman olmuş kallavi bir masal dinlemeyeli...


12 Ağustos 2010 Perşembe

BOHEM BİR HAYAT İSTİYORUM



Çalışmak modern bir kölelik biçimi mi yoksa onurlu bir insan davranışı mı hala karar verebilmiş değilim...Oldukça severek yaptığım bir işe ve bulunduğum şehrin kalburüstü semtlerinden birinde yer alan vapurla gidip geldiğim bir ofise sahip olmama rağmen okunması gereken onca kitabın, izlenmesi gereken yüzlerce filmin ve gidilmesi gereken binlerce şehrin hatırı kalıyor bende ona üzülüyorum...

ARA GÜLER


Ne yalan söylemeli Ara Güler'i yere göğe sığdıramayanlardan olmadım hiç. Kendisi benim nazarımda varlıklı bir ailenin şımarıkça fotoğraf çekerken yaşlanan şanslı oğluydu. Bu aksi ihtiyar bir zamanlar genç olmuş muydu gençken neye benzerdi diye hiç tahayyül ederek kendimi yormadım açıkçası. Sonra sıcak bir temmuz sabahı yeşil gözlü bir adamın kütüphanesini karıştırırken Nezih Tavlaş'ın bu naif kitabı geçti elime. 6-7 eylül olaylarından tutun da Dali'nin deliliklerine kadar uzanan dehşet bohem bir hayatın izlerini sürerek sonlandırdım sayfaları. Beni en çok güldüren Picasso'nun küçük çaplı ödemelerini yaparken hep çek kullanması oldu. Kim Picasso imzalı bir çeki bozdurmaya kıyabilir ki saklamak varken...İlahi Picasso sen adamı öldürürsün :) Rahmetli ressam nur içinde yatsın da itiraf etmek gerekirse ben aynı topraklarda varolduğum bu aksi ihtiyarı sevmeye başladım galiba...